birkaç ay önce, saral ailesi dergisi için yazmıştım bu yazıyı (evet ailemizin bir dergisi var, öyle de artistiz), geçen ayki sayısında yer aldı, bir de bloga koymak istedim.
Her
torun için dedesi kıymetlidir ama benim dedem en kıymetliydi. Tulum Mehmet,
yani Mehmet Saral. Küçükken lakabını hiç anlamadım, üstelik kızardım, dedeme
niye peynir diye hitap ediliyor diye şaşırırdım. Sonradan öğrendim adının bizim
yörenin müzik aleti tulumdan geldiğini.
Ben
dedemi gerçek anlamıyla tanımaya başladığımda dokuz yaşındaydım. Ankara’ya,
evimizin çok yakınına taşınmışlardı babaannemle, okul çıkışları kardeşimle
yanlarına giderdik. Tulum Mehmet’i başkalarından dinlerseniz, size çok şey
anlatırlar; belediye başkanlığı yaptığını, çok iyi saksafon çaldığını, çok
neşeli ve esprili bir adam olduğunu, çok zeki olduğunu… Ama ben, küçük bir kız
çocuğunun gözünden dedesini anlatacağım.
Ben
dedemi öyle çok severdim ki, onunla iyi anlaşan herkesi çok kıskanırdım. Bizim
oturduğumuz mahalle, müstakil evlerden oluşan, ortada kocaman bir parkın olduğu
bir yerdi. Havalar güzelse, okul çıkışları o park her yaştan çocukla dolu
olurdu. Dedeme komşu çocuklar dedeme adeta tapardı, dedem parkın en sevilen
insanıydı. Bütün çocuklara çikolatalar alır, onlara bilmeceler sorar, fıkralar
anlatırdı. Bense kıskançlıktan ölürdüm. Süleyman diye bir çocuk vardı, benden
bir yaş küçük, kardeşimden bir yaş büyük. Dörtgöz Süleyman! Peltek Süleyman!
Çocuktan ölesiye nefret ederdim çünkü dedemi çok severdi ve sanki kendi
dedesiymiş gibi davranırdı. Bütün o pis lakapları ben takmıştım ona, herkes
öyle çağırsın ki onu, bir daha sokağa çıkamasın, dedem de bana kalsın! Bir kere
o çocuğu dedemin arabasının kaputuna otururken görmüştüm, çıldırdım! O kimdi ki
benim bile dokunamadığım arabanın üzerine çıkabiliyordu? İlk ve tek tokadımı o
çocuğa atmıştım. Bir tek, halamın oğulları geldiği zaman dedemi
paylaşabilirdim, çünkü onlar başka bir şehirde yaşıyordu ve yılın bir haftası
dedemi sevme hakları vardı.
Dedemle
ilgili hatırladığım ilk net anı, babaannemi, beni ve kardeşimi çoooook uzaklara
pide yemeye götürmesiydi. Peugeot 404’ü vardı dedemin, bej rengi, parıl parıl
parlayan. Ölürdük o arabaya binebilmek için! Bir haftasonu, dedemle babaannem,
hadi dedi bize, sizi gezdirelim biraz. Kardeşimle sevinçten havalara uçmuştuk.
Bize saatler gibi gelen bir araba yolculuğundan sonra bir lokantaya girdik.
Hayatımın ilk kapalı pidesini yedirmişti dedem bana. Ben ki, yemek yemeyi
sevmeyen, ilk lokmadan sonra ağzına asla bir şey koymayan bir çocukken,
pideleri yedikçe yemiştim. Tadı hala damağımdadır. O günü çok net hatırlamamın
nedeni dönüş yolu gerilimimizdi. Saatlerce sürecek bir yolculukla eve geri
dönecektik, karnımız tok, sırtımız pekti. Dedemin herkese yardım eden bir adam
olduğunu annem ve babam sürekli anlatırdı ama biz bunu birazdan bire bir
yaşayacaktık. Issız yollardan eve dönerken, dedem otostopçu bir genç gördü ve
arabayı hemen durdurdu. Otostopçu genci, kimseyi bindirmediği Peugeot’suna
aldı! Kardeşimle korkudan tir tir titremeye başladık. Öyle ya, ebeveynlerimiz
bizi yabancılara karşı sürekli uyarıyordu ve şimdi bir yabancı yanımızda
oturuyordu. Genç adamın sırasıyla önce dedemi, sonra babaannemi öldürüp beni ve
kardeşimi kaçıracağından o kadar emindim ki, kardeşimi avutmaya çalışıyordum,
günün birinde anne ve babam bizi bulur ama biz, bu adam dedemi öldürmeden onu
kurtarsak daha iyi olur diye. Yol boyu bizimle oynamak isteyen genci
tekmeleyerek gittik! Çocuksa sesini çıkarmadan ve kimseyi öldürmeden varacağı
yere geldi ve güzelim 404’ten indi! Dedemi kurtarmanın haklı gururuyla kalan
yolumuzu büyük bir coşku içinde geçirmiştik! Yıllar sonra o pideciyi tekrar
buldum. Saatler sürdüğünü sandığımız yer aslında bizim eve on beş kilometre
uzaklıktaymış! Yine de o günü her hatırladığımda sanki Ankara’dan Samsun’a
gitmiş gibi hissederim.
Samsun.
Bafra. Dedemin yattığı yer. Yirmi yaşındaydım dedem öldüğünde. Dedem yedi sene
önce bizim şehrimizden taşınmış, halamların olduğu şehre yerleşmişti. Dedemin
öldüğü gece bir rüya görmüştüm, ölüme işaret eden, o korkuyla annemi
uyandırmıştım. Annem böyle şeyleri ciddiye almamamı, uyumamı söylemişti. Sabah
erkenden beni o uyandırdı, gözleri yaşlı, deden, dedi, başka bir şey diyemedi.
Demesine de gerek yoktu, ne olduğunu anlamıştım. Hiçbir hastalığı olmayan adam,
bir anda uykusunda ölmüştü. Güzel bir ölümdü aslında ama henüz erkendi. Cenazesine
gidene kadar ne olduğunun tam olarak farkına varamamıştım. Tabutunu gördüğümde
anladım bir daha onu hiç göremeyeceğimi. Bir daha hiç şımaramayacağımı tek kız
torunu olduğum için. Bir daha hiç, dede bak ben briç öğrendim, seni çok pis
yeneceğim diyemeyecektim. Bir daha hiç ağzımın payını veremeyecekti ne briçte,
ne batakta ne tavlada ne satrançta. Yenilmelere doyamazdım oysa ben dedeme. Bir
daha hiç bütün kuzenler toplanıp dedemin göz rengini kim doğru bilecek diye
iddiaya giremeyecektik. Bana göre ela-yeşildi, kardeşim mavi derdi, kuzenlerim
kahverengi. Bir daha hiç espriler yapmayacaktı bize. Bir daha hiç geç geldiğim
için azar işitmeyecektim. İnsülin iğnesini olurken benim canım acımayacaktı,
başka odaya kaçamayacaktım. Birlikte türkü söylemeyecektik bir daha. Avukat
olduğumu göremeyecekti, avukat şakaları yapamayacaktı. Evlendiğimi göremeyecekti,
damadı korkutamayacaktı, gülemeyecektik birlikte bir daha.
Tam
on yıl oldu dedem gideli. Bafrada, büyüdüğü evin bahçesinde, yeşil bir yamaçta
mezarı.
Sorarsanız
başkalarına, size çok şey anlatırlar. Ne işler yaptığını, müzik kulağının
harika olduğunu, çok komik ve eğlenceli olduğunu, çok hoş sohbet olduğunu…
Benim içinse olabilecek en iyi dededir o, herkesten kıskandığım, kimseyle
paylaşmak istemediğim. Her gün eve geldiğinde bize çikolatalar, gofretler alan.
Ergen iddialarımla, cahilliğimle karşısına çıkıp meydan okuduğum ve her
seferinde ağzımın payını aldığım.
Her
torun için dedesi özeldir ama benimki en özeliydi. Nur içinde yat Tulum Mehmet,
bir gün yine beni gezdirirsin belki o güzel bej rengi, parıl parıl parlayan
Peugeot’nla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder