18 Ekim 2016 Salı

tulum mehmet

birkaç ay önce, saral ailesi dergisi için yazmıştım bu yazıyı (evet ailemizin bir dergisi var, öyle de artistiz), geçen ayki sayısında yer aldı, bir de bloga koymak istedim. 



Her torun için dedesi kıymetlidir ama benim dedem en kıymetliydi. Tulum Mehmet, yani Mehmet Saral. Küçükken lakabını hiç anlamadım, üstelik kızardım, dedeme niye peynir diye hitap ediliyor diye şaşırırdım. Sonradan öğrendim adının bizim yörenin müzik aleti tulumdan geldiğini.

Ben dedemi gerçek anlamıyla tanımaya başladığımda dokuz yaşındaydım. Ankara’ya, evimizin çok yakınına taşınmışlardı babaannemle, okul çıkışları kardeşimle yanlarına giderdik. Tulum Mehmet’i başkalarından dinlerseniz, size çok şey anlatırlar; belediye başkanlığı yaptığını, çok iyi saksafon çaldığını, çok neşeli ve esprili bir adam olduğunu, çok zeki olduğunu… Ama ben, küçük bir kız çocuğunun gözünden dedesini anlatacağım.

Ben dedemi öyle çok severdim ki, onunla iyi anlaşan herkesi çok kıskanırdım. Bizim oturduğumuz mahalle, müstakil evlerden oluşan, ortada kocaman bir parkın olduğu bir yerdi. Havalar güzelse, okul çıkışları o park her yaştan çocukla dolu olurdu. Dedeme komşu çocuklar dedeme adeta tapardı, dedem parkın en sevilen insanıydı. Bütün çocuklara çikolatalar alır, onlara bilmeceler sorar, fıkralar anlatırdı. Bense kıskançlıktan ölürdüm. Süleyman diye bir çocuk vardı, benden bir yaş küçük, kardeşimden bir yaş büyük. Dörtgöz Süleyman! Peltek Süleyman! Çocuktan ölesiye nefret ederdim çünkü dedemi çok severdi ve sanki kendi dedesiymiş gibi davranırdı. Bütün o pis lakapları ben takmıştım ona, herkes öyle çağırsın ki onu, bir daha sokağa çıkamasın, dedem de bana kalsın! Bir kere o çocuğu dedemin arabasının kaputuna otururken görmüştüm, çıldırdım! O kimdi ki benim bile dokunamadığım arabanın üzerine çıkabiliyordu? İlk ve tek tokadımı o çocuğa atmıştım. Bir tek, halamın oğulları geldiği zaman dedemi paylaşabilirdim, çünkü onlar başka bir şehirde yaşıyordu ve yılın bir haftası dedemi sevme hakları vardı.

Dedemle ilgili hatırladığım ilk net anı, babaannemi, beni ve kardeşimi çoooook uzaklara pide yemeye götürmesiydi. Peugeot 404’ü vardı dedemin, bej rengi, parıl parıl parlayan. Ölürdük o arabaya binebilmek için! Bir haftasonu, dedemle babaannem, hadi dedi bize, sizi gezdirelim biraz. Kardeşimle sevinçten havalara uçmuştuk. Bize saatler gibi gelen bir araba yolculuğundan sonra bir lokantaya girdik. Hayatımın ilk kapalı pidesini yedirmişti dedem bana. Ben ki, yemek yemeyi sevmeyen, ilk lokmadan sonra ağzına asla bir şey koymayan bir çocukken, pideleri yedikçe yemiştim. Tadı hala damağımdadır. O günü çok net hatırlamamın nedeni dönüş yolu gerilimimizdi. Saatlerce sürecek bir yolculukla eve geri dönecektik, karnımız tok, sırtımız pekti. Dedemin herkese yardım eden bir adam olduğunu annem ve babam sürekli anlatırdı ama biz bunu birazdan bire bir yaşayacaktık. Issız yollardan eve dönerken, dedem otostopçu bir genç gördü ve arabayı hemen durdurdu. Otostopçu genci, kimseyi bindirmediği Peugeot’suna aldı! Kardeşimle korkudan tir tir titremeye başladık. Öyle ya, ebeveynlerimiz bizi yabancılara karşı sürekli uyarıyordu ve şimdi bir yabancı yanımızda oturuyordu. Genç adamın sırasıyla önce dedemi, sonra babaannemi öldürüp beni ve kardeşimi kaçıracağından o kadar emindim ki, kardeşimi avutmaya çalışıyordum, günün birinde anne ve babam bizi bulur ama biz, bu adam dedemi öldürmeden onu kurtarsak daha iyi olur diye. Yol boyu bizimle oynamak isteyen genci tekmeleyerek gittik! Çocuksa sesini çıkarmadan ve kimseyi öldürmeden varacağı yere geldi ve güzelim 404’ten indi! Dedemi kurtarmanın haklı gururuyla kalan yolumuzu büyük bir coşku içinde geçirmiştik! Yıllar sonra o pideciyi tekrar buldum. Saatler sürdüğünü sandığımız yer aslında bizim eve on beş kilometre uzaklıktaymış! Yine de o günü her hatırladığımda sanki Ankara’dan Samsun’a gitmiş gibi hissederim.

Samsun. Bafra. Dedemin yattığı yer. Yirmi yaşındaydım dedem öldüğünde. Dedem yedi sene önce bizim şehrimizden taşınmış, halamların olduğu şehre yerleşmişti. Dedemin öldüğü gece bir rüya görmüştüm, ölüme işaret eden, o korkuyla annemi uyandırmıştım. Annem böyle şeyleri ciddiye almamamı, uyumamı söylemişti. Sabah erkenden beni o uyandırdı, gözleri yaşlı, deden, dedi, başka bir şey diyemedi. Demesine de gerek yoktu, ne olduğunu anlamıştım. Hiçbir hastalığı olmayan adam, bir anda uykusunda ölmüştü. Güzel bir ölümdü aslında ama henüz erkendi. Cenazesine gidene kadar ne olduğunun tam olarak farkına varamamıştım. Tabutunu gördüğümde anladım bir daha onu hiç göremeyeceğimi. Bir daha hiç şımaramayacağımı tek kız torunu olduğum için. Bir daha hiç, dede bak ben briç öğrendim, seni çok pis yeneceğim diyemeyecektim. Bir daha hiç ağzımın payını veremeyecekti ne briçte, ne batakta ne tavlada ne satrançta. Yenilmelere doyamazdım oysa ben dedeme. Bir daha hiç bütün kuzenler toplanıp dedemin göz rengini kim doğru bilecek diye iddiaya giremeyecektik. Bana göre ela-yeşildi, kardeşim mavi derdi, kuzenlerim kahverengi. Bir daha hiç espriler yapmayacaktı bize. Bir daha hiç geç geldiğim için azar işitmeyecektim. İnsülin iğnesini olurken benim canım acımayacaktı, başka odaya kaçamayacaktım. Birlikte türkü söylemeyecektik bir daha. Avukat olduğumu göremeyecekti, avukat şakaları yapamayacaktı. Evlendiğimi göremeyecekti, damadı korkutamayacaktı, gülemeyecektik birlikte bir daha.

Tam on yıl oldu dedem gideli. Bafrada, büyüdüğü evin bahçesinde, yeşil bir yamaçta mezarı.
Sorarsanız başkalarına, size çok şey anlatırlar. Ne işler yaptığını, müzik kulağının harika olduğunu, çok komik ve eğlenceli olduğunu, çok hoş sohbet olduğunu… Benim içinse olabilecek en iyi dededir o, herkesten kıskandığım, kimseyle paylaşmak istemediğim. Her gün eve geldiğinde bize çikolatalar, gofretler alan. Ergen iddialarımla, cahilliğimle karşısına çıkıp meydan okuduğum ve her seferinde ağzımın payını aldığım.


Her torun için dedesi özeldir ama benimki en özeliydi. Nur içinde yat Tulum Mehmet, bir gün yine beni gezdirirsin belki o güzel bej rengi, parıl parıl parlayan Peugeot’nla.