17 Aralık 2018 Pazartesi

bir karadeniz kadınının torunu olmak


Aile dergimize dedemi yazdığım zaman, duyduğum kadarıyla babaannem kendisini de yazmamı istemişti. Daha önce yaşayan kimse hakkında bir şey yazmadığım için bana uğursuzluk gibi gelmişti, yazmak istememiştim. Eminim babaannem kırılmıştır bana. Oysa ben babaannem hakkında sayfalarca yazabilirdim. Erteledim de erteledim. Bu sene, temmuzun ilk günü kendisini son kez gördüğümde, geçirdim içimden, sanırım zamanı geldi babaannemi yazmamın, bir daha göremeyeceğim bu güçlü Karadeniz kadınını.

sene kaç bilemem, babaannem ve dört çocuğu

Sene sanırım 93 ya da 94 olmalı, babaannem ve dedem Ankara'ya, bizim evimize 250-300 metre mesafede bir dubleks eve taşındıklarında. Annem ve babam geç saatlere kadar çalıştıklarından okul çıkışları onlara giderdik. Her akşam, babaannem bana farklı, kardeşime farklı yemek yapmış olurdu. Ben makarna severdim, kardeşim pilav. Ben karalahana sarması yerdim, o arpa çorbası içerdi (hala tadını bilmem o çorbanın). Her akşam bana üşenmeden fasulye turşusu kavururdu. Un helvasını başka hiçbir yerde yemedim mesela. Sabahları kardeşime kuymak yapardı, ben reçelli ekmek yerdim. Durmadan yün çorap örerdi bana, örgü örmeyi ben ondan öğrendim. Evini sürekli dağıtırdık, eşyaları alt üst ederdik, sesini çıkarmazdı. Yalan Rüzgarı, Cesur ve Güzel gibi diziler olurdu, her akşam parkta oynayıp hava kararıp eve döndüğümüzde beraber izlerdik. Üst katta bir odasını kendi odam yapmıştım, duvarlarına Tarkan, Tayfun ve büyük aşkım Umur Bigay posterlerini asmıştım (Umur Bigay da nasıl bi vizyonsuzluktur yaa, adamı benden başka kuzenleri falan hatırlıyodur en fazla. Gugıldan aratırsanız, bunu mu demek istediniz diye başka isim öneriyo. O derece ünsüz.). Üst kattaki o oda, yazları bizim cennetimiz oluyodu çünkü şehir dışından kuzenlerimiz geliyodu. Onların Ankara'da kaldıkları o kısacık hafta bize dünyanın en güzel zaman dilimiydi. Gerçi geldikleri zaman o odada kaldıklarından, bi anda bütün duvarlar Bruce Lee posterleriyle falan dolardı, gıcıklanırdım ister istemez. Hayır yani, nasıl dağdan gelip benim canım aşkım Umur Bigay posterimi indirip kendi posterlerinizi asarsınız?

Parka bakan ev, çocukluğumun en güzel hatıralarından biridir. (Dedemin Süleyman sevgisini okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz. Seni hala sevmiyorum Dörtgöz Süleyman). Daha sonra yine bize yakın bir apartman dairesine taşındılar ama babaannemin bahçeye ektiği karalahanalardan geçerek eve girmek başka güzeldi. 

99 yılında babaannem ve dedem İzmit'e taşındılar. Bahçe katında bir apartman dairesiydi, babaannemin karalahanaları gözümüzün önündeydi. Bizim, bayramlarda ve yazın bir haftalığına kaldığımız odadan ıhlamur ağacının kokusu duyulurdu. Yine kuzenlerle buluşulur, bu sefer ergenlik sebebiyle oyun oynamak yerine aşk meşk peşinde koşulur, eve döndüğümüzde babam, amcamlarım ve eniştemin dönüşümlü olarak dedemle oynadığı briç izlenir, babaannemin herkese ayrı ayrı yapmaya devam ettiği yemekler yenirdi. İzmit günleri başka güzeldi. Dedem vefat edene kadar çok güzel bayramlar yaşadık o evde. 

Sonrasında babaannem İstanbul'a taşındı. Yine bahçe katı bir eve. Yine o İzmit'teki evin bir benzerine. Ama dedemin yokluğunda aynı tadı alamadık. Babannem yine hepimize ayrı ayrı yemekler yapmaya devam etti. Yine her geldiğimde bana ördüğü yün çoraplardan doldurdu. Evlenip Mersin'e yerleştiğimde bir şekilde bana fasulye turşusunu ulaştırdı. Ama ben bir türlü zaman ve imkan bulup da sıklıkla onu görmeye İstanbul'a gidemedim, beş senede beş kezi geçmemiştir ziyaretim. Son görüşümde ise babaannemi görmeyeli tam bir buçuk yıl olmuştu. Babaannem yine bana karalahana sarması yapmıştı, reçeller marmelatlar hazırlamıştı, yün çoraplarımı örmüştü ve beni kocaman bir çantayla yolcu etmişti.

On gün önce vefat ettiğinde 91 yaşındaydı, hala tek başına her işini görebiliyor, çeşit çeşit yemekleri yapabiliyordu. Soruyor insanlar yaşlı mıydı diye, bana göre çok aniydi ölümü. 

Ev ekonomisi ile ilgili her şeyde babaanneme çekmişim ben. Bir kilo tavuktan on kişilik yemek yapmak olsun, artan yünlerle çorap örmek olsun, az malzemeyle elli çeşit yemek yapabilmek olsun, bunlar hep gen aktarımı! Yine de keşke mısır ekmeği yapmayı ve karalahana sarmayı öğrenseymişim ondan. Ya da başka hiçbir yerde yemediğim un helvasının tarifini isteseymişim. İnsan nasıl olsa zamanım var, bi ara sorarım diyo ama o fırsat kaçıyo işte. 

Son görüşümde, birlikte fotoğraf çektik. Hiçbir resminde gülmemeyi başaran bir insandı kendisi. Benim o kadar şımarmama rağmen yüz ifadesi sabit gördüğünüz gibi. Çok neşeli olsa bile asla fotoğraflarda gülmezdi. 



Cenazesi için İstanbul'a gittiğimde evindeki rafta bu fotoğrafını fark ettim. Sanırım ilk defa bir fotoğrafta güldüğünü gördüm. Benim hep hatırladığım yüzü işte bu aşağıdaki haliydi babaannemin zaten. 




İnsan çok sevdiğinin ardından aslında yazmak istediği hiçbir şeyi kelimelere dökemiyormuş, şimdi bunu fark ediyorum. Bana çok zor olacak babaannemin gittiğini kabul etmek. Şu an inkar aşamasındayım zaten, bence hala o İstanbul'daki evinde dizilerini izliyor ve ben hayırsız ve tek kız torunu olarak aramıyorum onu.

Babaannemin de gidişiyle, hiç büyükanne/büyükbabam kalmadı hayatta olan. Torun şımarıklığını artık hiçbir zaman yaşayamayacağımı biliyorum ve bu çok canımı yakıyo. Üstelik en çok şımardığım babaannemdi. En çok onu özleyeceğim. Canım babaannem, keşke torunlarının çocukları olduğunu görebilseydin, keşke benim dörtte biri oflu çocuğum da senin kuymağından yiyebilseydi. Yine de bir gün çocuğum olursa, ona giydireceğim patikler ve yün çoraplar dolabımda. Seni çok seviyorum. İyi ki benim babaannemdin.

24 Aralık 2017 Pazar

gebe online

stajyerliğimden beri tek bir baro seçim kokteylini kaçırmadım. benim için seçim dönemleri, iyi olan kazansın temennisinden çok; iyi kokteyller düzenlensin, çok çeşit içki dağıtılsın, herkes en azından çakırkeyif olsun, dans edilsin, gecenin sonunda türküler söylensin beklentilerinden ibaretti. sonuçta iki senede bir yapılan organizasyonlar, tabi ki çok para harcanmalı ve genç avukatlar mutlu edilmeliydi. 2011'den beri de seçim dönemlerinden keyif almadığım olmadı. ancak, geçtiğimiz gün yapılan 45'likler partisine katılmadığımda fark ettim ki, hayatım resmi olarak değişmiş. yaşlandığımdan değil, hamile olduğumdan. 

hamilelik, acayip bir şeymiş gerçekten. her ne kadar, hayatım değişmedi, ohhh hala her şeyi yapabiliyorum gibi gereksiz bir iddiam olsa da, öyle olmuyormuş işte. uykum gelir o saatte, çok yorgun olurum diye kokteyle gitmedim! bir de tabi içki içemedikten sonra ne anlamı var diye de düşünmüş olabilirim, yalan değil. hamileliğimin en kötü yanı (birazdan daha bi milyon kötü yanını sayıcam) alkolden uzak duruyor olmam. alkol tüketmeyen insanlarla empati kurayım dedim bu süreçte, evet gerçekten çok sıkıcı bir hayatınız var. bir an önce şaraplarıma, türlü türlü kokteyllerime, viskiye, votkaya, çok ama çok özlediğim bailey'se kavuşmanın hayalleri içindeyim. hayır, alkolsüz ve zararlı diğer içecekleri de içemiyorum, o da yüreğimi burkuyo. kola yok, ice tea yok (babamın yaptığı süper acı zencefilli naneli garip buzlu çayları içmeyi tabi ki aklımın ucundan bile geçirmedim), konsantre meyve suları yok, çay kahve zaten normalde de içmem höff! peki bunların yerine ne var? su! yazın bile günde maksimum bir bardak su içerken, ki o da aklıma gelirse işte, şimdi suya mecbur kalmak ne demek bilir misiniz? allahtan süt var, her şeyin yanında süt içiyorum beş yaşında çocuklar gibi. hem de malibusuz :(

sana da cheers canım

son üç aya girdiğim şu günlerde, hala çok şuursuz bir hamileyim. sadece ben değil, çok sevgili eşim de benim gibi. çocuğa iki tane tulum alınca bütün alışverişi tamamladığımızı düşündük. bebeğin ismi hala belli değil, artık üç dört yaşlarında kendi kazanır ismini diye düşünüyoruz. bebek bakımı hakkında en ufak bir fikrimiz yok, çok öğrenesimiz de yok. nasıl olsa deneye yanıla öğrenicez gibi bir düşüncemiz var, inşallah biz öğrenene kadar çocuk bakımsızlıktan ölmez. gerçi sevgili kocamdan çok umutluyum, çok çok iyi bir baba olacağından hiç şüphem yok (kedinin kumunu bir kere bile değiştirmediğim gibi yıllardır, çocuğun alt değiştirme işlerini de kendisine atmayı düşünüyorum.) (kocacım seni çok seviyorum)

şaka bir yana, gerçi şaka yapmıyorum tabi ki bir sürü işi kendisine paslayacağım da, sağ olsun eşim inanılmaz destek oluyor bu süreçte bana. ama çok şanslı ki, hayattaki bütün şımarıklığım ve kaprislerime rağmen, inanılmaz efendi bir hamileyim. bir kere bile aşermedim mesela. en sonunda eşim isyan etti, yaa allah aşkına yiyecek bir şey iste de gidip alayım diye. mutfak dünyasına "muzlu dürüm"ü kazandırdığımız gecedir o. lavaşın içine fıstık ezmesi ve fındık kremasını sürüp muza sarıyorsunuz. köylü waffle'ı yani. zaten içimde nasıl bir köylü büyüyorsa, ilk üç ay kahvaltılarda salçalı ekmek, bazlama, koyun yoğurdu falan yedim, sonradan bebek kimin içinde büyüdüğünü hatırladı da, chialı çilekli yulaf ezmesine falan döndük. şimdi de gerçek bir ankaralı olarak, her gelene ankara simidi siparişi veriyorum, kahvaltıda onları yiyorum. hamilelikte en zorlandığım şey kahvaltı yapma zorunluluğum zaten. ben ki, uyandıktan 4-5 saat sonra ne bulursa onu yiyen bir insandım. balık, kaburga, makarna ya da pasta olması fark etmezdi. şimdiyse mecburiyetten yumurta falan yiyorum! yumurta sadece kek yaparken kullandığım bir malzemeydi oysa.

cidden bu yeme içme işi en sıkıntılı şey hamilelikte. ilk üç ay mide bulantısından ölüyo olsam da aynı zamanda açlıktan da ölüyodum. millet ne güzel, bulantısı varsa yemek yemiyodu fazla kilo da almıyodu. ben hem on porsiyon yiyordum hem de ühühühü bulantım var diye ağlıyodum. şimdi bulantı falan kalmadı, 15 porsiyon yemeye başladım. bütün yasaklara, her türlü uyarıya rağmen de karşı koyamadığım tatlı sevdam var. aynı gün hem kazandibi, hem sütlaç, hem çikolatalı pasta hem de baklava yiyebiliyorum. doğuma vinçle götürecekler beni.

bir diğer sıkıntı, giyecek kıyafet bulamamak. neden hiç foto paylaşmıyorum diye merak edenlere söyliim, işte bu yüzden! çünkü çok şişko oldum! çünkü kocamın gömleklerini giyiyorum! ceketlerim üzerime olmuyo, daracık geliyo. elbiseler zaten üçüncü ay hadi biz gittiiiiik diye diye dolapta saklanmaya başladılar. iki tane zavallı hamile pantolonum var (ki aşırı güzel bi şeymiş, ben onları doğumdan sonra da giyerim), kocamın gömlekleriyle kombinleyip duruyorum. maskülen tarzımdan da nefret ediyorum. penye elbise giymek istediğim zamanlarda da şöyle bir sıkıntım var, bacaklarım öyle bir şişmiş ki, çizmeler kapanmıyo! tek sevdiğim kıyafetim, gece yatarken giydiğim upuzun gecelik. onu da ilk gördüğünde kocam, seccadenizi getireyim mi hanım teyzeciğim demişti. bütün aşağılanmalarıma rağmen (namaz kılan insanlara yapılan bu zulüm ne zaman bitecek eyyy cehape zihniyeti???), elimde olsa o gecelikle her yere giderim, öyle rahat. ama evliliğimizin bekası adına, doğumdan sonra yakıcam tabi ki kendisini.

temsili geceliğim

evliliğimizi bitirecek bir diğer şey de hamile yastığım. üç kilo ağırlığında, yatağın yarısını kaplayan ve bütün vücudumu saran o yastığı da hayatımın sonuna kadar kullanırım aslında ama işte gerçek bir yuva yıkıcı. allahtan yatak geniş de; ben, kocam, kedi ve yastığım güzel bir aile olabildik. hoş gerçi, rahat olmasına rahat da, aylardır kesintisiz bir uyku çekemedim. vücudun kadını bebeğe hazırlaması galiba bu da. gece en az üç kere uyanmadan, sonra da saatlerce uykuya dalamadan bir gece geçiremedim henüz. en sinir olduğum şey hamilelikte bulantı, halsizlik falan değil, uyuyamamak oldu.

aha beeele bi şey

gelelim hamileliğin güzel yanlarına. deli misiniz, tabi ki öyle bi şey yok! ancak çok düşünürsem bulabildiğim iki şey var; biri bu kış hiç üşümemem, diğeri de "hakim bey çok bekledim hamileyim ölüyorum bitiyorum yetti haa alın duruşmamı" diye isyan edebilmem. ilki, benim için çok acayip bir durum. yazın bile üşüyebilen biriyim, şimdi kış günü tişörtle gezebiliyorum. ocak ayında türkiyeye gelen norveçli değişim öğrencisiyim adeta! ikinciden biraz utanıyodum başlarda ama artık işin kaşarı oldum, yüzsüzce sıra istiyorum, duruşma uzun sürerse çekip gidiyorum, o gün olmaz doğum yapıcam daha erken gün verin diye çemkirebiliyorum. buradan özür dilerim diğer meslektaşlarımdan. ama bi daha hamile kalsam bi daha yaparım, bari bir işe yarasın hamilelik.

temsili sıcaklık algım

ha pardon bir güzel yanı daha varmış unuttuğum, o da doktor kontrolleri. muayene esnasında öyle neşeli, öyle enerjik oluyorum ki, doktorum beni tamamen yanlış tanıyor! gördüğü en pozitif hamilelerden biriymişim, ki asla öyle değilim! enerjik sıfatı da bana tabi ki hiç yakışmıyor, gelmiş geçmiş en uyuz insanlardan olabilirim. ama işte ultrasonda adeta bir sevgi kelebeği, bir neşeli şirin efendime söyliim bir duracell ayıcığıyım. o yüzden, ciddi dosyalarımın duruşmalarını hep muayene günlerine denk getiriyorum ki, müvekkilin on iki sene ceza almasının akşamı benim yüzüm gülebilsin, amaaan o da yapmasaydı yeaaa deyip geçebileyim. varsın doktor da beni yanlış tanısın, doğum esnasında nasıl hırçın, nasıl psikopat, nasıl şirret bir kadına dönüştüğümü görünce şaşırır biraz, o kadar.

şimdilik aklıma gelenler bunlar. öyle çok abartılacak bir şey değilmiş hamilelik, ben gerizekalı olduğumdan hiç nazlanmıyorum, sefasını sürmüyorum. aksine amele gibi oradan oraya koşturuyorum, günde en az 6-7 km yürümek durumunda kalıyorum (o yüzden 150 kilo olmadım henüz), eskisinden daha yoğun çalışıyorum. siz yapmayın sakın, çünkü ne gereği var? şu çocuğa da bir isim bulabilirsek rahatlayacağım tamamen. doğumdan sonra da giderim yine baro kokteyllerine. çocuk da güzel zamanda doğacak, oyumuzu isteyen adaylar varsa altınını alıp gelsin diicem de oyumu kime vereceğim belli. yine de sizden çok nefret etmemi istemiyosanız (ki biliyosunuz, acımadan eleştiririm bi de dalga geçmeyi çok severim), iki paket bebek beziyle gelmeniz de yeterli. pahalısından olsun lütfen, teşekkürler!

not : isminiz güzelse, çocuğun ilkokul eğitim masrafları karşılığında isminizi de koyarım, bi düşünün bence ;)


12 Mayıs 2017 Cuma

nasıl geçti habersiz, o güzelim yıllarım?

otuzlu yaşların en büyük sıkıntısı, vücudunun otuzlu yaşlarda olduğunu kabul edememek sanırım. beyin hala yirmilerdeymiş gibi devam etmek istiyor hayata ancak bedenin "sakin ol şampiyon" diyor. bunun en net örneğini geçtiğimiz hafta eşimle birlikte yaşadık.

cuma akşamına her zamanki gibi koro çalışmasında başladım. zaten bütün hafta yeterince yorulduğum için, çıkışta eve gitmekti planım. ama kader ağlarını örmüştü bir kere. müvekkilin art arda sekiz kere, canhıraş bir şekilde aramasından anlaşılacağı üzere "bi durum" vardı. mersin'deki ömrümün yüzde seksenini geçirdiğim camişerif mahallesine gelmem bekleniyordu. emniyeti aradım, ifadeyi kaçta alırsınız diye kibar kibar sordum. siz bizi aramayın, biz sizi ararız dediler. polisin huyudur "al bunu al al al" ya da "yat yat yat" diye bağırdıkları zamanlar harici hiçbir zaman net konuşmazlar. her şey muallaktır, muhtemeldir. "eyi o zaman, tamam ben haber beklerim" diyerek, camişerif'in güzide mekanı küçük ışıklar'a geçtim. her yarım saatte bir emniyeti aradım, benimle muhatap olan polisi çıldırttım ve fakat her seferinde ağzımın payını verdi "avgat hanım işimiz gücümüz var, size sıra gelmedi" diyerek.tabi ben bilendikçe bileniyorum, gittiğimde ilk kavgayı kendisiyle edeceğim. 

                                      bir dünya markası küçük ışıklar

ilk aradığımda yarım saat kırk beş dakikaya başlar denilen ifade tabi ki üç buçuk saat sonra alındı. memur yerine, her gittiğimde mutlaka gerildiğimiz bücürük genç komiserle tartışmayı tercih ettim ben de. ama o başka mevzu. yazarım ileride "kom şube : where dreams are lost" başlıklı bir blog yazısı.

eve geldiğimizde gece bir olmuştu ve uykusuzluk hakimdi. ertesi gün, gideyim camişerifte ofiste bekliim, bunlar sabah ezanıyla şüpheliyi getirir adliyeye dedim ama heyhat, öğleden sonraya kadar ne arayan oldu ne soran. zaten öğleden sonranın tamamını adliyede geçirdik. bu arada haftasonları gerçek bir kom şube polisi gibi giyinmeyi bırakmam gerek galiba, üzerimde tişört+önü açık gömleği gören diğer bütün şubeler beni de polis sanarak gereksiz muhabbetlere girdiler.

                                                 kom şube kombini

neyse bizim çocuk paket tabi, mağrur halimizden eser yok, kendimizi akşamki doğumgünü yemeğine psikolojik olarak hazırlamaya çalışıyoruz. ki bilen biliyo, bütün dosyalarımı içselleştiriyorum, üzülüyorum, o gün de çocuk tutuklandı diye içim acıdı falan. rakı iyi gelecek ama, dakikaları sayıyorum.

gittik mekanımıza oturduk, hızlı hızlı içip sarhoş da oldum, benden keyiflisi yok. mekanla karşılıklı gıcık olmaya başladık bi şekilde, saat 23.30da da kibarca artık gidin bakışlarına maruz kalınca aldık viskimizi gitarımızı, indik sahile. bu arada bir kişi hariç herkes otuzlu yaşlarda, kalan altı kişi o yirmili yaşındaki tatlışın enerjisini sömürmek hedefinde. vampirlerin güç savaşı yaşanıyor, kim daha çok enerjiyi emecek diye. hava güzel, keyfimiz yerinde, şarkılar idare eder, viskiyi daha kaliteli bekliyoduk ama şansımıza küstük, içtikçe içiyoruz. fakir eroini çekirdeğimiz bile var. (buraya bir parantez açmam lazım, YÜCE RABBİME ŞÜKÜRLER OLSUN MERSİN'DE YAŞIYORUM!!! ankara'da bırak bir parkta o saatte oturup içmeyi, normal saatte bile içki içemezsin, güvenlik "hayırdır bilader" diye gelir seni gönderir. o gece, güvenliğin önünde oturduk, kimse bi şey demediği gibi, en ufak bir kötü bakış bile yemedik.)

                                               temsili biz

sahilde sabahladık, çorbacıda kahvaltımızı yaptık evimize döndük, hava aydınlanmıştı. ancak bizi bekleyen başka bir durum vardı, sabah anamur'a yola çıkacaktık. önceden elli kere ertelediğim cezaevi görüşmesini yapmam lazımdı ve bu son fırsatımdı. uyanır uyanmaz cezaevini aradım, bir umut bugün görüş yok derler diye ama memurun tek söylediği "yani pazar pazar niye geleceksiniz ki avgat hanım, başka gün mü kalmadı? çok istiyosanız gelin ama, görüştürürüz" oldu. neyse ki eşimin cevval arkadaşları yardımımıza koştu ve biz iki saatlik uykumuzdan sonra, arka koltukta mal bakışlarımızla, ağzımızdan salya akıtarak etrafı izlerken, onlar bizi anamur'a götürüyordu. kendileri tabi hazırlanmışlar, geze geze gidicez diye, biz ölümüne akşamdan kalma ve uykusuzuz. sürüklenerek kendimizi gilindire mağarasında bulduk. ben ki ömrü boyunca spor yapmaktan kaçınmış bir insanım, beş yüz metre nasıl inip çıkıcam diye iç çekiyorum, zavallı kocam hala uyanamamış, ne olup bittiğinin farkında değil. biz girerken çıkanlar fenalık geçirerek çıkıyor, hepsinin üzerinde atletler, ellerinde diğer kıyafetleri, kan ter içindeler. aklınız varsa girmezsiniz, kaçın yol yakınken kendinizi kurtarın diyorlar. sanki içerde ya ejderha var ya kimera, ateşler içinde kalıcaz falan. beni epey korkuttular. yaa ben yaşlıyım girmiim, bak bel fıtığım var, klostrofobik de sayılırım diyorum, bi daha nerden görücen burayı gel işte diyolar. oysa ben kapıda bekleyip içeri girmek isteyenlere bilet kesmeye razıyım. öyle öyle indik mağaraya. ha, gerçekten mutlaka görülmesi gereken bir yer, çok çok güzel. ama akşamdan kalma gidilmeli miydi, bilemem. 


çık çık bitmiyor o merdivenler. bi ara dedim, yok ben güneşi göremeyeceğim, burada kalp krizi geçirip kalacağım. hadi yanımızdakilerden biri doktor, kalp masajı falan yapar beni hayata döndürür ama geri merdivenlerden kim taşıyacak? derken bana bir güç geldi, ilahi bir güç mü dersiniz, yıllardır içimde sakladığım enerji kırıntılarının toplamı falan mı artık her neyse, ki bence ölüm korkusuydu, kalsam kesin ölücem içerde, adeta bir tavşan gibi çıktım kalan yolu. 


anamur'a ulaştık, görüşeceğimi görüştüm, dönüşe geçtik. ama ne dönüş! fanatik fenerliler var arabada ve en azından silifke'ye yetişmeleri lazım beşiktaş-fenerbahçe maçını izlemeleri için. kahvaltı bile yapmadan yollara düşmüşüz, iki kuru simit lokmasından başka bir şey geçmemiş boğazımızdan ama basıyoruz ÇÜNKÜ MAÇ VAR. beş erkek birlikte maç izleyecekler diye basıyoruz. ben de inat ettim, yengeç yiicem. maç bitiminde tutturdum yengeç yemeden dönmem diye. mevsimi değil deyip geçiştirseler ikna da olurdum aslında ama onların da içesi varmış, maçta içilen yetmemiş, taşucu yolu göründü bize. eve döndüğümüzde yine sabaha az kalmıştı ve pazartesi sendromu başlamıştı.

pazartesi nası geçti anlatamam çünkü büyük kısmını hatırlamıyorum. müvekkillerle ne görüştüm, adliyede ne yaptım, kime gene ne sözler verdim kayıp bende. 

dolce vita iyi, hoş, güzel de, biraz da kaç yaşında olduğumuzu unutmamak gerekiyor galiba. geçen hafta sonunun yorgunluğunu hala atamamışken bu hafta sonu için yine çılgın planlar yapmış olmamız da artık salaklık mı başka bir şey mi bilmiyorum. napiim yaa festivali de kaçıracak değildik yani? olmadı artık gelecek hafta içini yine şuursuz bir şekilde uyuklayarak geçiririm.

eyyyyy otuzlu yaşlar, bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!

11 Aralık 2016 Pazar

ağır ceza mahkemesinde bir gün

beş senedir neredeyse her gün duruşmaya giriyo olsam da, çoğu zaman duruşmalarda heyecanlanıyorum. ay ne güzel, ilk günkü heyecanımı kaybetmedim falan değil, heyecanlı bi yapım var, geriliyorum, stres yapıyorum. anksiyeteliyim işte off! hadi gene tek hakimli mahkemelerde daha sakin kalabiliyorum, en azından "dilekçemizi tekrar ederiz", "aleyhe hususları kabul etmiyoruz" efendime söyliim, "bilirkişi raporunu incelemek için süre istiyoruz" kısımlarında daha bi tecrübeliyim artık. ama bir ağır ceza öyle mi? bi kere karşında üç tane suratsız hakim ve her an uykusundan uyanıp ters ters bakabilecek bir savcı var. katip ise mahkemedeki davaların gerginliğinden taşa dönmüş. bir de kendi duruşmasını bekleyen avukatlar ve izleyiciler de salondayken, sadece "iliyhi hısıslırı kbl etmiyirz" diyecek olsam bile yanaklarım kıpkırmızı oluyo, kalbim dokuz sekizlik atıyo. 

bundan birkaç ay önce aldığım bir dosya var. sorgusunda ağlayıp sızlanmama rağmen, ajitasyonun en dibine vurup sorgu hakiminin gözünden yaş getirmeme rağmen çocuk tutuklandı. cezaevine gidip gelip, "raaat ol yaa ilk duruşma tahliye etcem ben seni" diyorum. ailesi, parayı peşin vermenin zalimliğiyle her gün taciz ediyo, diyorum "raaat olun". çocuk her gittiğimde, abla noolur şu mahkemeye düşmesin diye özel istekte bulunuyo, başkan cezayı geçiriyomuş. yok diyorum raaat ol, düşmez oraya, yeni açılan mahkeme var. abla diyo, aman noolur oraya düşmesin. nasıl engel olacaksam artık. yılbaşı çekilişinde, milli piyango topunun düşmesini bekler gibi bekledim ama tabi ki çocuğun korktuğu mahkemeye düştü dosyam. kime sorsam geçmiş olsun diyo bana, senin yaptığın savunmanın önemi yok. bütün dosyayı hukuka aykırı toplanan delil üzerine kurmuşum ama mahkemenin umrunda olmayacak yani. gitti benim çocuk. ama gidip gelip raaat ol diyorum, ben seni tahliye edicem. bir sene içinde çocuğa altı dosya açılmış, suç makinesi olma yolunda ilerliyo ama kariyeri daha başından bitecek cezaevinde. çocuk da dünya sevimlisi ve bir o kadar salak, yaptığı her şeyi anlatacak ben bıraksam ama diyorum sus ve acıklı bakmaya devam et. 

duruşma günü geldi çattı. gece zaten uyuyamamışım stresten. bi de duruşma saatini yanlış kaydetmişim, adliyeye geç gitmenin verdiği stres de var. stajyer arıyo göksu abla kooooş diye. koşayım da nefesim iyice tıkansın di mi? bizden önceki iki dosyada heyet onar yılı kilitlemiş sanıklara, onu duydum benim moral iyice çöktü. mübaşir salona aldı beni, onun eşliğinde kurbanlık koyun gibi gittim oturdum yerime. heyetin morali yerinde, cezaları vermişler, güne iyi başlamışlar. savcı beni kesiyo, bak sana ne güzel çarpıcam birazdan der gibi. katiple bi gün önceden konuşmuşum, raaat olun avukat hanım, ilk celse biz dosyayı bitiririz sizinki de cezayı alır, kasmanıza gerek yok demiş, ben zaten iyice depresifleşmişim. tek tesellim salonda benim stajyerden başka izleyici yok, belki konuşabilirim. konuşmak bana inanılmaz zor geliyo ama, orda başkan savunmanı türküyle yap dese patlatıcam en duygusal türküyü, alıcam beraati ama yooook illa konuşulacak. parayı peşin almak demek müvekkile şov yapmak zorunda olmak demek zaten ama ben şu an o modda hiç değilim.

getirdiler benim çocuğu salona üç jandarma eşliğinde, çocuk benden beter titriyo. göz göze gelmeye çalışıyorum, hiç oralı değil, hayat hikayesi gözlerinin önünden geçiyo büyük ihtimalle o an. zavallım kimbilir neler düşünüyo.

başkan duruşmayı başlattı, benimkine verdiler sözü. bilmiyorum, iftira, haberim yok maberim yok bi şeyler geveledi çocuk. ama başkan yer mi? suç anında bulunduğu yerle ilgili öyle sorular soruyo ki, bi de çocuğu yanıltıyo ama ifadende öyle demişin falan diyo, ben harıl harıl sayfa karıştırıyorum ifadede öyle mi demiş lan diye, bakıyorum ifadede öyle bi soru yok bile. seni sinsi başkan. korkudan ölücem çocuk şimdi dememesi gereken şeyler diyecek diye. ama benim o saf, o gerizekalı, o sapşik müvekkilim hayır ben öyle bi şey demedim diyo.

çocuk oturduğu an yerine, raaat ol bakışımı attım kendisine, karşılıklı gülümsedik. ha ben hiç raaat olamıyorum ama. bunu teşhis eden kızı o gün bulamamış ailesi, getiremediler. kızın dinlenmesi lazım, daha önceden gidip konuşmuşlar, taaam yaa beni polis zorladı zaten böyle ifade vermeye falan demiş, kızı dinletmem lazım mutlaka. derken başkan, tanıkları alalım dedi. ne tanığı lan diye baktım kapıya, çocuğu alan polisleri dinleyecek heyet. polisleri gören müvekkil kendinden geçti, içinden dualar okumaya başladı. aha dedim biz bittik. stajyer bana kaş göz yapıyo, polisler de yauuşukluymuş heaa anlamında, tamam canım yakışıklılar da gidiyo bizim çocuk! bunlar ifadeyi verdi geçti izleyici koltuğuna oturdu. ben savunmayı yaparken bütün suçu bunlara atıcam, ama nah atıcam, yüzlerine bakarken nası diyeyim narkotik polisi de hep böyle itlik, hergelelik peşinde sayın başkan diye? bi de heyet vazgeçti mi gelmeyen kızı dinlemekten. ben öldüm o an. katip pis pis sırıtıyo bana. dosyayı bitirecekler. hesap kitap yapıyorum on sene alsa yatarı şu kadar falan diye. temyiz hakkı kazandık, dosya temyizden bozulup döner raaat olun falan diicem. 

savcı mütaalasına geçti, seksen tane madde saydı hepsinden cezalandırılsın diye. göz ucuyla katibe bakıyorum, bana el hareketi yapıyo aha geçiriyo diye. çocuk cezalandırılsını duydu zaten, baygınlık geçirdi bi. bana bakıyo, göz göze gelmemeye çalışıyorum. başkan sözü bana verdi, baktım dosya zaten gitmiş, bari ben ciddiyetimi bozayım şebeklik yapayım, belki yumuşatırım derdindeyim ama ağır cezada daha önce yaptığım tek şebeklik yine bir uyuşturucu dosyasında "sayın başkan ben beraat istiyorum, isteyenin bir yüzü vermeyenin ehi ehi ehi" diye konuşmam ve 15 yılla oturmam olmuş, bir şebekliğin daha boşa gitmesine izin veremem. aklıma meşhur karikatür geldi, aha bu, dedim bunun başka yolu olmayacak :


başladım savunmama. "hakim bey" dedim (lan başkan diyecen gerizekalı dedi iç sesim), "ne yapmış bu çocuk? demirtaşta yaşaması mı suç? sırf o mahallede yaşıyo diye olağan şüpheli bu çocuk!" bi yandan da göz ucuyla önümdeki ekrana bakıyorum, katip aynen dediğimi yazıyo. bi gece önceden olağan şüphelileri izlediğim çok iyi olmuş. "çocuk pazarcıyım diyo, anası babası da pazarcı, ne yapsınlar nasıl gidip lüks semtlerde otursunlar? ama ben bugün başka bi şeyden bahsetmek istiyorum " dedim. dosyamın içinde usulsüz delille ilgili yargıtay kararlarım var. aldım hepsini elime, "şu elimde gördüğünüz yargıtay kararları" diye başladım. adeta bir seyyar satıcıyım. başkan bi gülümser gibi oldu. ondan aldığım cesaretle polise tekrar bok atmaya karar verdim ama polisler pis pis bakıyo bana. "polislerimiz" dedim, "tabi yazık, gece gündüz durmadan çalışıyo ve yoruluyolar, belli ki o yorgunlukla, almaları gereken arama kararlarını almamışlar. onları da çok iyi anlıyorum ama hukuksuzluk söz konusuysa burada bir dur dememiz lazım" diye lafı toparladım. polislere tabi ki bakmıyorum yoksa beni bi kaşık suda boğacaklar orda. zaten ben o lafı dedim çekip gittiler. lan gitsenize o zaman daha önce, ben de rahat rahat "bu polis bunu hep yapıyo sayın başkan, kafalarına göre gidip adam topluyolar, böyle iş mi olur allah aşkına" diye üste çıkayım. 

diyecek sözüm bitmiş aslında, ama başkan hala benden konuşmamı bekliyo. çocuk da bu kadar paraya az cümle kurdu yaa bu avukat diye bakıyodur eminim o sırada ama ben göz göze gelmiyorum kesinlikle onla. 

bu iş böyle olmayacak, benim bu heyeti güldürmem lazım dedim ve o andan itibaren iyice koptum zaten. "üniversitede çok sevdiğim bi terim vardı sayın hakim" dedim, (allahım hala sayın başkan diyemiyorum), "lütfen tutanağa geçsin" dedim, mağrur bir ifadeyle, katibe elimi kaldırıp yukardan işaret ettim. "yasak ağacın zehirli meyvesi". tabi ben terimi yanlış söyledim, başkan ve heyet koptu, başladılar gülmeye. başkan düzelterek zapta geçirdi "zehirli ağacın meyveleri de zehirli olur" diye. ama nası gülüyolar, ben de "neyse aynı kapıya çıkıyo" falan diye daha da artırıyorum şebeklik dozumu. katip dönüp dönüp heyete bakıyo, bunlar niye bu kadar koptu yaa diye. "bu çocuk derhal tahliye edilmeli" diyorum, başkan soruyo başka diyeceğiniz var mı diye. ben bi kere coştum ya, artık beni tutamazsınız tabi. "hakim bey", lan deme deme, başkan de allahsız diyo iç ses, onu da susturuyorum. "şimdi siz kafası güzel bi kızın, birbirine benzeyen beş kişi içinden yaptığı teşhis ve polisin usulsüzlüğü ile mi yargılıyosunuz bu zavallı çocuğu? çocuk yaa bu, ne anlar eroinden kokainden? beraat etmeli. hem de hemen, şimdi, tam burada!" 

heyet gülmekten yerlere yatıyo. tamam biraz gülmek iyi de, o kadar gülünce de emin olamıyorum, iyi mi kötü mü. baktım azıcık da dosya içeriğine girsem iyi olacak, "çocuğun sicil kaydı yok" dedim. hakikaten henüz yok. ama başkan sorsa çocuğa o an, benim saftirik şapşik diyecek altı dosyam var başkan amca diye. allahın sevdiği kuluymuşum, başkan çocuğa sormadı bi şey. "ha bi de son şey, dosyada elde edilen uyuşturucularda çocuğun parmak izi de yok" dedim. "düpedüz iftira işte, görüyosunuz"

heyet gülmeyi bıraktı, gereği düşünüldü kısmına geçildi. "sanığın beraatine, tahliyesine, tutuklu kaldığı süre için tazminat hakkının bulunduğuna" 
saniyesinde katibe hareketini iade ettim, kim kime geçirdi bakalım bakışımla beraber. stajyer bana bakıyo, yüzünde mutluluk, ben sevinç çığlıkları atmamak için kendimi tutuyorum ama birazdan salondan çıkınca stajyerle havada birbirimize doğru zıplayacağız! 

bütün sakinliğim ve ağırbaşlılığımla teşekkür ettim, doğru kararı verdiniz bakışımı attım başkana ve göz kırptım. geçerken de savcıya "noolduuuu nooolduuu" bakışımla tavrımı koydum. 

bir ağır ceza mahkemesini yenmiştim, artık dünyalar benimdi. cübbeme gururla sarındım, uzaklara bakarak salondan çıktım. gün daha yeni başlıyordu.