12 Mayıs 2017 Cuma

nasıl geçti habersiz, o güzelim yıllarım?

otuzlu yaşların en büyük sıkıntısı, vücudunun otuzlu yaşlarda olduğunu kabul edememek sanırım. beyin hala yirmilerdeymiş gibi devam etmek istiyor hayata ancak bedenin "sakin ol şampiyon" diyor. bunun en net örneğini geçtiğimiz hafta eşimle birlikte yaşadık.

cuma akşamına her zamanki gibi koro çalışmasında başladım. zaten bütün hafta yeterince yorulduğum için, çıkışta eve gitmekti planım. ama kader ağlarını örmüştü bir kere. müvekkilin art arda sekiz kere, canhıraş bir şekilde aramasından anlaşılacağı üzere "bi durum" vardı. mersin'deki ömrümün yüzde seksenini geçirdiğim camişerif mahallesine gelmem bekleniyordu. emniyeti aradım, ifadeyi kaçta alırsınız diye kibar kibar sordum. siz bizi aramayın, biz sizi ararız dediler. polisin huyudur "al bunu al al al" ya da "yat yat yat" diye bağırdıkları zamanlar harici hiçbir zaman net konuşmazlar. her şey muallaktır, muhtemeldir. "eyi o zaman, tamam ben haber beklerim" diyerek, camişerif'in güzide mekanı küçük ışıklar'a geçtim. her yarım saatte bir emniyeti aradım, benimle muhatap olan polisi çıldırttım ve fakat her seferinde ağzımın payını verdi "avgat hanım işimiz gücümüz var, size sıra gelmedi" diyerek.tabi ben bilendikçe bileniyorum, gittiğimde ilk kavgayı kendisiyle edeceğim. 

                                      bir dünya markası küçük ışıklar

ilk aradığımda yarım saat kırk beş dakikaya başlar denilen ifade tabi ki üç buçuk saat sonra alındı. memur yerine, her gittiğimde mutlaka gerildiğimiz bücürük genç komiserle tartışmayı tercih ettim ben de. ama o başka mevzu. yazarım ileride "kom şube : where dreams are lost" başlıklı bir blog yazısı.

eve geldiğimizde gece bir olmuştu ve uykusuzluk hakimdi. ertesi gün, gideyim camişerifte ofiste bekliim, bunlar sabah ezanıyla şüpheliyi getirir adliyeye dedim ama heyhat, öğleden sonraya kadar ne arayan oldu ne soran. zaten öğleden sonranın tamamını adliyede geçirdik. bu arada haftasonları gerçek bir kom şube polisi gibi giyinmeyi bırakmam gerek galiba, üzerimde tişört+önü açık gömleği gören diğer bütün şubeler beni de polis sanarak gereksiz muhabbetlere girdiler.

                                                 kom şube kombini

neyse bizim çocuk paket tabi, mağrur halimizden eser yok, kendimizi akşamki doğumgünü yemeğine psikolojik olarak hazırlamaya çalışıyoruz. ki bilen biliyo, bütün dosyalarımı içselleştiriyorum, üzülüyorum, o gün de çocuk tutuklandı diye içim acıdı falan. rakı iyi gelecek ama, dakikaları sayıyorum.

gittik mekanımıza oturduk, hızlı hızlı içip sarhoş da oldum, benden keyiflisi yok. mekanla karşılıklı gıcık olmaya başladık bi şekilde, saat 23.30da da kibarca artık gidin bakışlarına maruz kalınca aldık viskimizi gitarımızı, indik sahile. bu arada bir kişi hariç herkes otuzlu yaşlarda, kalan altı kişi o yirmili yaşındaki tatlışın enerjisini sömürmek hedefinde. vampirlerin güç savaşı yaşanıyor, kim daha çok enerjiyi emecek diye. hava güzel, keyfimiz yerinde, şarkılar idare eder, viskiyi daha kaliteli bekliyoduk ama şansımıza küstük, içtikçe içiyoruz. fakir eroini çekirdeğimiz bile var. (buraya bir parantez açmam lazım, YÜCE RABBİME ŞÜKÜRLER OLSUN MERSİN'DE YAŞIYORUM!!! ankara'da bırak bir parkta o saatte oturup içmeyi, normal saatte bile içki içemezsin, güvenlik "hayırdır bilader" diye gelir seni gönderir. o gece, güvenliğin önünde oturduk, kimse bi şey demediği gibi, en ufak bir kötü bakış bile yemedik.)

                                               temsili biz

sahilde sabahladık, çorbacıda kahvaltımızı yaptık evimize döndük, hava aydınlanmıştı. ancak bizi bekleyen başka bir durum vardı, sabah anamur'a yola çıkacaktık. önceden elli kere ertelediğim cezaevi görüşmesini yapmam lazımdı ve bu son fırsatımdı. uyanır uyanmaz cezaevini aradım, bir umut bugün görüş yok derler diye ama memurun tek söylediği "yani pazar pazar niye geleceksiniz ki avgat hanım, başka gün mü kalmadı? çok istiyosanız gelin ama, görüştürürüz" oldu. neyse ki eşimin cevval arkadaşları yardımımıza koştu ve biz iki saatlik uykumuzdan sonra, arka koltukta mal bakışlarımızla, ağzımızdan salya akıtarak etrafı izlerken, onlar bizi anamur'a götürüyordu. kendileri tabi hazırlanmışlar, geze geze gidicez diye, biz ölümüne akşamdan kalma ve uykusuzuz. sürüklenerek kendimizi gilindire mağarasında bulduk. ben ki ömrü boyunca spor yapmaktan kaçınmış bir insanım, beş yüz metre nasıl inip çıkıcam diye iç çekiyorum, zavallı kocam hala uyanamamış, ne olup bittiğinin farkında değil. biz girerken çıkanlar fenalık geçirerek çıkıyor, hepsinin üzerinde atletler, ellerinde diğer kıyafetleri, kan ter içindeler. aklınız varsa girmezsiniz, kaçın yol yakınken kendinizi kurtarın diyorlar. sanki içerde ya ejderha var ya kimera, ateşler içinde kalıcaz falan. beni epey korkuttular. yaa ben yaşlıyım girmiim, bak bel fıtığım var, klostrofobik de sayılırım diyorum, bi daha nerden görücen burayı gel işte diyolar. oysa ben kapıda bekleyip içeri girmek isteyenlere bilet kesmeye razıyım. öyle öyle indik mağaraya. ha, gerçekten mutlaka görülmesi gereken bir yer, çok çok güzel. ama akşamdan kalma gidilmeli miydi, bilemem. 


çık çık bitmiyor o merdivenler. bi ara dedim, yok ben güneşi göremeyeceğim, burada kalp krizi geçirip kalacağım. hadi yanımızdakilerden biri doktor, kalp masajı falan yapar beni hayata döndürür ama geri merdivenlerden kim taşıyacak? derken bana bir güç geldi, ilahi bir güç mü dersiniz, yıllardır içimde sakladığım enerji kırıntılarının toplamı falan mı artık her neyse, ki bence ölüm korkusuydu, kalsam kesin ölücem içerde, adeta bir tavşan gibi çıktım kalan yolu. 


anamur'a ulaştık, görüşeceğimi görüştüm, dönüşe geçtik. ama ne dönüş! fanatik fenerliler var arabada ve en azından silifke'ye yetişmeleri lazım beşiktaş-fenerbahçe maçını izlemeleri için. kahvaltı bile yapmadan yollara düşmüşüz, iki kuru simit lokmasından başka bir şey geçmemiş boğazımızdan ama basıyoruz ÇÜNKÜ MAÇ VAR. beş erkek birlikte maç izleyecekler diye basıyoruz. ben de inat ettim, yengeç yiicem. maç bitiminde tutturdum yengeç yemeden dönmem diye. mevsimi değil deyip geçiştirseler ikna da olurdum aslında ama onların da içesi varmış, maçta içilen yetmemiş, taşucu yolu göründü bize. eve döndüğümüzde yine sabaha az kalmıştı ve pazartesi sendromu başlamıştı.

pazartesi nası geçti anlatamam çünkü büyük kısmını hatırlamıyorum. müvekkillerle ne görüştüm, adliyede ne yaptım, kime gene ne sözler verdim kayıp bende. 

dolce vita iyi, hoş, güzel de, biraz da kaç yaşında olduğumuzu unutmamak gerekiyor galiba. geçen hafta sonunun yorgunluğunu hala atamamışken bu hafta sonu için yine çılgın planlar yapmış olmamız da artık salaklık mı başka bir şey mi bilmiyorum. napiim yaa festivali de kaçıracak değildik yani? olmadı artık gelecek hafta içini yine şuursuz bir şekilde uyuklayarak geçiririm.

eyyyyy otuzlu yaşlar, bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!