29 Aralık 2013 Pazar

sherlock holmes'un sinema ve tv tarihi

tüm zamanların en iyi dedektifi. sanırım herkesin hemfikir olduğu bir tanım olacaktır holmes için.başlıkta sizi çekeyim diye "tarih" lafını kullandım. bildiğiniz özet bu. yedi dakikada sherlock holmes gibi bi şey.

 ilk okuduğumda orta bir ya da ikideydim. ingilizce öğretmenimiz sömestr ödevi olarak "the hound of the baskerville" i vermişti, özetini çıkaracaktık. sherlock holmes'u duymuş hatta tvde eski yapımlardan birini çocuk aklımla izlemiştim, ne iş yaptığını biliyordum ama nasıl biri olduğu konusunda bir fikrim yoktu. kitabı hem korkarak, hem heyecanlanarak hem de her sayfasında meraklanarak okumuştum. sonrasında da sherlock holmes sevdam başladı işte. burada uzun uzun sherlock holmes kimdir, ne yer ne içer anlatacak değilim, bi zahmet bilin zaten. tv ve sinema uyarlamalarına şöyle bi iki laf edicem o kadar. tabi, sherlock holmes'un konu olduğu onlarca filmi ve diziyi de detaylıca eleştirmeye niyetim yok. yoksa saymakla bitmez, önüne gelene oynatmışlar adamı işte. belli başlı olanları şöyle bi gözden geçirelim, sonra asıl konuşmak istediğim yapımlara geliriz.

ilk olarak 1900 yılında beyazperdeye uyarlanıyor dedektifimiz. 1921-1923 arası ise 45 kereden fazla eille norwood tarafından canlandırılıyor. aslen tiyatro oyuncusu olan bu beyefendi, sinemada iki rol dışında sadece sherlock holmes'u canlandırıyo. sanırım çok başarılı olmuş ki, arthur conan doyle bile bu beyefendiyi, kendi yarattığı karakteri oynarken çok beğendiğini söylemiş.



tabi arthur conan doyle, sherlock holmes'un basil rahtbone tarafından canlandırıldığını göremedi. yoksa eminim basil'i (allahım bu ingilizler neden isim konusunda bu kadar kötüler?) daha çok beğenecekti. doyle, karakteri ilk yarattığında, illüstrasyonları ilk önce babasına çizdirmiş. eğer yayınevi bunu kabul etmiş olsaydı, holmes şişman, kısa boylu bir adam olarak karşımıza çıkacaktı. bir nevi hercule poirot. ancak yayınevinin baskısı (bu hikayeleri bir de satmak lazım tabi), çizimleri sydney paget'in yapmasını sağlıyor ve holmes hepimizin bildiği, uzun boylu, şapkalı, pipolu çizimlerine kavuşuyor. basil rathbone'un oynadığı yapımlar da orijinal çizimlerin neredeyse bire bir kopyası. pelerini, şapkası, boyu, vücut yapısı...


basil rathbone'un, 1946 yılında dedektifi son kez canlandırmasından sonra 2009 yılına kadar nice isimler gelip geçiyor. bunların en ünlüleri christopher plummer, jeremy brett (milyonlarca kez tvde sherlock holmes'u canlandırmış biri. öyle bir iki de diil, ayrı ayrı sekiz yapımda), christopher lee (sarumandan ne kadar holmes olursa işte), peter o'toole ve rupert everett. benim favorim rupert everett tabi. tek bir tv filminde canlandırmış olsa da idealimdeki holmes o. yazık çok üzülüyorum ben ona, çok underrated bi aktör. ama konuyu dağıtmayalım. jeremy brett'e de haksızlık etmek istemem.şöyle havalı bi fotosunu koyayım da hayalet olarak gelip günlerimi kabusa çevirmesin.



eveeeet, gelelim 2009dan itibaren piyasaya sürülen üç versiyona. en çok kime söyleneceğimi tahmin edebilirsiniz herhalde.

"sherlock holmes" ve "sherlock holmes : a game of shadows"
allah belanı versin guy ritchie (evet en çok buna söyleneceğim.).


uzun boylu (???), atletik (????), aseksüel (????) karakterimiz. allah belanı versin guy ritchie! ya allah aşkına, robert downey jr'ın nesi holmes? adam cüce, süper dallama, sevimsizlerin baştacı ve her şeyin ötesinde amerikalı!!! robert downey jr'ı severim, yanlış anlaşılmasın ama yani lütfen yaa, dünyanın en kötü sherlock holmes'u değil de nedir? ki ben iyi oyuncu olduğunu da düşünmüyorum, al pacino samimiyetsizliği var. jude law kabul edilebilir watson olarak. hadi, irene adler'ın sadece tek hikayede görünmesine rağmen çok tutulmasına ve bu filme konu olmasına bi şey demiyorum. ama holmes tercihiyle rezalet bi uyarlama olduğunu düşünüyorum. gerçekten. ikinci film de kötü ötesiydi zaten. buna rağmen bi de üçüncüsünü çekeceklermiş. hadi bakalım. atmosferi, hikayesi falan kötü değildi aslında ilk filmin ama işte ayyyhhh yani! robert'la olmaz bu iş.

"elementary"
aslında bunun hakkında tek kelime bile yazmacaktım ama dayanamadım. WTF??? başka tanımlama bulamıyorum yani.

adını, 2009'a kadar yapılan hemen hemen bütün sherlock holmes uyarlamalarında kullanılan "elementary dear watson, elementary" (basit düşün watson) lafından alıyor. jonny lee miller'dan sherlock olur mu tartışmasını geçtim de değişiklik, orijinallik adına john watson'ın, joan watson olması ve lucy liu tarafından canlandırılması? ay efendim, günümüzde geçiyomuş, holmes amerika'ya gelmiş de bilmem neymiş de... holmes'un madde bağımlılığını yansıtmışlar tamam ama aseksüel adamın fahişelerle yatıp kalkması? arthur conan doyle mezarında ters taklalar atıyodur kesin. dizi eğer sherlock holmes diil de dedektifli medektifli, sade bir polisiye olsaydı izlenirdi, o gözle bakılınca kötü bi dizi değil. ama hayır yaa, sherlock holmes değil bu.

"sherlock"
açık söyliim, sherlock holmes'un günümüze uyarlandığını duyduğumda bu fikir hiç hoşuma gitmemişti. kesin çok berbat bi şeydir diye düşünmüştüm. daha fazla yanılamazdım. ama ne bileyim steven moffat elinden çıkma bi yapım olduğunu?


bi kere, benedict cumberbatch (yine talihsiz bir ingiliz ismi) harika bir sherlock holmes (ama hala empire dergisinin bir numaralı seksisi olduğunu kabul etmiyorum). bi de saklamanın alemi yok, martin freeman nerede oynarsa izlerim. ve gerçekten watson olarak da çok iyi bir iş çıkarıyor. hikayelerin uyarlanması çok iyi. özellikle ikinci sezonda en bilindik holmes hikayelerini izledik ve her biri birbirinden başarılıydı. bire bir aynı olmasa da hikayenin özüne sadık kalınmış. sherlock'un meşhur şapka detayı bile kullanılmış, daha ne? tek itirazım moriarty karakterine. dünyanın en zeki suçlusunun bir zırtapoz şeklinde uyarlanması biraz garip olmuş. izlerken ağzının ortasına vurmak istiyosunuz, tamam lan abartma, azıcık ağır ol, pis zevzek diyerek. robert downey jr'lı sherlock'un moriarty'si kesinlikle daha iyiydi. ama moriarty'nin sinir bozuculuğu bile bu yapımla ilgili düşüncelerimi değiştiremez. çok çok iyi. yeni sezonuna da sadece üç gün kaldı! izlemediyseniz izleyin, zaten şu an sadece altı bölüm var (ha her bölüm 90 dakika, o ayrı). ingilizler güzel dizi yapıyo arkadaş! steven moffat da kral, tamam mı?

3 Aralık 2013 Salı

bir genç bağyanın home office macerası

şu yaşıma kadar, evinden çalışan insanları hep kıskandım. daha doğrusu, çalışmayan insanları kıskandım. çok param olsa çalışmam, saklayacak değilim. ama yani madem çalışmak zorundayım, neden evden çalışamıyorum diye yıllar yılı üzülüp durdum. sırf bu yüzden yazar olmak istiyorum. gerçekten sırf bu yüzden. yoksa, "içimdekileri tutamıyorum aman yazmasam çatlarım", "yok efendim paylaşmalıyım", ay çok güzel yazıyorum herkes okumalı" gibi düşüncelerim yok. işe gidip gelmek istemiyorum derdim o!

bir haftalık yeni iş maceramdan ve uyuz patronumla birbirimizi öldürecek duruma gelmemizden sonra kocamı da kandırarak home-office işine girdim. kocacığım, dedim, sonuçta avukatlık öyle sabah 9 akşam 6 başkasının yanında çalışarak olacak bi şey değil, ben kendi işimi yapayım, para kazanana kadar evden yürütürüm işleri, sonra bi büro bakarız. o da yuttu, sağolsun. neyse ki elime bir iki iş geldi de ikna ettim adamı.

evden çalışmanın en güzel yanı, uyanır uyanmaz (ki bu on-on buçuk arası oluyo) hemen işin başına geçebiliyo olmam. ne de olsa yatak odasıyla çalışma odasının arası dört adım. sabahlığı giyer giymez işteyim! giyinme derdi yok, makyaj lüzumsuz, saçları bir tokayla tuttur geç masanın başına. hoş, benim çalışırken tek sevdiğim şey rengarenk ceketlerimi (rengarenk dediysem füme, siyah ve haki. angara bürokrasisinden geliyoruz o kadar!), dar eteklerimi, topuklu ayakkabılarımı (çalıştığım iki buçuk yıl boyunca on kere falan topukluyla gezdim) giymekti. özlediğim tek şey kıyafetler. evin içinde döpiyes giyersem gerizekalılığımı tescilleyeceğimi düşündüğümden şimdilik eşofman giyiyorum sadece. haftada bir gün adliyeye giderek kıyafet ihtiyacımı gideriyorum. yetiyo valla. (yalaaannnnn! her gün ceket giymek istiyorum!!!!)

başkasının bürosunda çalışırken yaptığım neyse, kendi homofisimde yaptıklarım da hemen hemen aynı. sabah bilgisayarı aç, radio.rtl2.fr/player.html adresini girip radyoyu başlat (ki tavsiye ediyorum, şimdiye kadar dinlediğim en iyi radyo kanalı.), gazetelere bak, facebooku twitterı aç, ona buna laf yetiştir, iki dilekçe yaz, üç bölüm dizi izle, yemek ye, beş bölüm dizi izle... tek farkı, bunları yapmam için artık kimse bana para ödemiyo. neyse ki haciz müessesi var. paraya mı ihtiyacım var, çık hacze, ağlat borçluyu. (elim boş dönüyorum evet.)

sıkıntılardan en önemlisi, arkamı toplayan birinin olmaması. ne güzel, eskiden de masam dağınık olur, dosyalar, vekaletler, evraklar kişisel eşyalarımla karışmış olurdu ama her zaman o masayı düzelten, çöpleri döken birileri de vardı. şimdi cımbız vekaletin üstünde, makyaj malzemeleri çeklerle iç içe ama toplayanım yok! çok mağdurum. bari çayımı koyan birisi olsa!


en kötü yanı, ayyy işten çok yorgun çıktım, bu akşam yemeği dışarda mı yesek diyemiyor oluşum. adam demez mi, bütün gün evdesin kadın, iki lokma bi şey pişiremedin mi? diye. anlatamıyosun işte adama, ev de olsa ben çalışıyorum aşkıııım, yapamadım yemek. inanmıyo tabi. bi bölüm az izleyeydin de bi makarna yapaydın bari diye bakıyo.

disiplinsiz bebenin teki olduğum için, yemek falan yaptıktan sonra bi salona uğriim yaa, bakiim tvde ne varmış deyip hava kararana kadar salonda kalabiliyorum. e hava karardıktan sonra da çalışmaya ne gerek var? ancak cmk'dan ararlarsa giderim karakola, ifadeyi imzalayıp dönerim.

şimdilik para kazandığım yok, ama çok mutluyum. zaten önemli olan da bu değil mi?

(İŞ BU YAZI, YAA ELİNİZDE İŞ VAR MI, AZICIK YOLLASANIZ DA BEN DE PARA KAZANSAM AMACIYLA YAZILMIŞTIR. İLK ON KİŞİYE VEKALET ÜCRETİNDE İNDİRİM UYGULANACAKTIR.)

1 Aralık 2013 Pazar

bir kraliçenin ardından

dün haberi aldığımda, üzüntümü gösteremeyeceğim kadar rahatsız bir durumdaydım. hürriyet.com.tr'deki sevgili yazarlarımız gibi "yarını bekleyemedim!" yazısı yazamadım. yoksa dün gece aklımda onunla ilgili çok şey vardı. şimdi nasıl toparlayacağımı bilemiyorum.

99 yılının haziran ayında tanıştık onunla. daha 1,5-2 aylık bir yavruydu. 16 yaşındaki köpeğimiz diyojen, arka bahçeye çıktığında korkup komşumuzun kayısı ağacına tırmanmıştı. gri uzun tüyleri, yemyeşil kocaman gözleriyle korku dolu bakışlar atıyordu. köpeğimiz var diye arka bahçeden hiç kedi geçmezdi bizim, geçen olursa da mahallenin ürkütücü iri erkek kedileri oluyordu onlar. kedi de sevmezdik zaten, "dog people"dık biz. ama o küçücük gri, titreyen kedi kendini hemen sevdirmişti. ilk defa bir kediyi besliyorduk bahçemizde. sürekli titrediği için ona "titrek" adını vermiştim, he-man'in kedisi gibi büyüyünce "atılgan" olur diye. yan komşularımız da çok sevmişti küçük titreyen kediyi. benim gibi dede korkut olmadıklarından ötürü (eh, adını hak etmişti bence), ona "duman" dediler. görkemli tüyleri, grinin her tonunu saklıyordu, tam bir dumandı aslında. 14,5 yıl boyunca biz ona titrek dedik, sevgili yan komşularımız ise duman. iki ismine de dönüp bakıyordu ne de olsa. daha doğrusu ne zaman isterse bakıyordu. hani derler ya her kedinin bir karakteri var diye; o, tanıdığım en karakterli kediydi. ve böylece arka bahçelerimizde sokak kedilerini beslememizi başlattı.

2000 senesinin haziranında, ilk yavrularını doğurup bahçelerimize getirdiğinde diyojen yeni ölmüştü. iki yavrusunu ve onu bir süreliğine eve aldık ama evde durmayı sevmezdi o. özgür kediydi, çıkıp dolaşması gerekirdi. ne zaman isterse o zaman eve girmeliydi. kendisinden başka hiçbir kediyi sevmemizi de onaylamazdı. buna kendi yavruları da dahildi. yavrular biraz büyüyünce onları hemen sepetlerdi. gitmiyorlarsa zor kullanırdı, döverdi. doğurduğu yıllar boyunca hiçbir yavrusu bahçede kalıcı olmadı. kendisi ise 14,5 yıl boyunca bizim bahçelerden hiç ayrılmadı. hatırlıyorum da, daha bir ya da iki yaşındayken üç-dört günlüğüne ortadan kaybolmuştu durup dururken. nasıl da panik olmuştuk ona bir şey oldu diye. sonradan, hiçbir şey olmamış gibi çıktı geldi. bize de, "ay ne salaksınız" bakışından attı.

çok kibirliydi, çok asabiydi. o yemek yerken başka hiçbir kedi yemek yiyemezdi. deneyenler onun vahşi tırnaklarından nasibini alırlardı. öyle kendini kucaklarımıza atmazdı, bizim yalvarmalarımıza karşılık bile vermezdi. eğer kendini sevdirmek isterse, şöyle bir sürtünürdü, bize kendini sevdirmeyi lütfederdi. ne de olsa hepimiz onun kullarıydık ve onun istediği şeyleri, onun istediği zamanlarda yapmalıydık. soğuk kış gecelerinde onu eve almamız tamamen o bize izin verdiği içindi. yoksa bizim ona üzülmemiz, onun için endişelenmemiz söz konusu bile olamazdı!

sonra biz "köpek severler" olduğumuz için eve çakıl'ı getirdik. hiç hoşlanmadı bu işten. çakıl ne zaman arka bahçeye çıksa, ağzının ortasına bir tane geçiriverdi. bahçenin asıl sahibinin kim olduğunu çakıl'ın öğrenmesi uzun sürmedi. kibirliydi dedim ya, ikinci planda olmayı kaldıramadı kızımız. 2003ten sonra bize mesafeyi koydu. tabi ki o her istediğinde yine onu besleyecek, sevecek ve eşşek gibi saygı gösterecektik ama o artık birincil kediliği yan komşularımıza verecekti. yan komşularımız da ona çok iyi baktılar (bu kadar uzun yaşadıysa, onların sayesinde), daha fazla ömrü kısalmasın diye kısırlaştırıldı kızımız. "kadınlığı" gidince (ki gerçekten çok şehvetli, çok arzulanan bir kediydi mahallenin erkek kedileri tarafından) hükümdarlığı sona erer sanmıştık ama o, hiçbir zaman kraliçeliği kimselere kaptırmadı. 14,5 sene boyunca arka bahçedeki kediler arasındaki tek hükümdar oydu. çoğu kedi iki yazdan fazla bahçede kalamadı. kalanlarsa ona bulaşmamayı öğrenenlerdi.

daha fazla sevdiğim kedi oldu mu? evet, onun tek gözlü bir yavrusunu (çünkü çakıl'ın oyun arkadaşıydı) ve torunlarından bir erkek kediyi (çünkü ömrümde gördüğüm en tatlı kediydi) ondan daha çok sevdim. ama başka hiçbir kediye ondan daha fazla saygı duyabileceğimi (ve itiraf ediyorum, başka kediden korkabileceğimi) sanmıyorum. o, benim gibi bir köpek insanının kedileri de sevmesini sağlayan kedi. ilk sevdiğim kedi (ne de olsa ilk aşklar unutulmaz). yaşadığı uzun ve güzel yılların ardından beni üzen tek şey, elimde doğru düzgün bir fotoğrafının olmaması. ne kadar güzel olduğunu herkesin görmesini isterdim. hani herkesin kedisi kendilerine göre dünyadaki en güzel kedidir ya (ki insanlar, iran kedileri için bile aynı şeyi söyleyebiliyolar. peh!), titrek/duman, gerçekten dünyanın en güzel kedisiydi. huzur içinde yatsın.bahçemiz bir daha eskisi gibi olmayacak.


not: ben bu blog kaydını girdikten sonra, sevgili komşularımız bana kraliçemizin birbirinden güzel fotolarını yolladılar. çok teşekkür ediyorum ve izinleriyle fotolardan birkaç tanesini burada paylaşıyorum.