17 Aralık 2018 Pazartesi

bir karadeniz kadınının torunu olmak


Aile dergimize dedemi yazdığım zaman, duyduğum kadarıyla babaannem kendisini de yazmamı istemişti. Daha önce yaşayan kimse hakkında bir şey yazmadığım için bana uğursuzluk gibi gelmişti, yazmak istememiştim. Eminim babaannem kırılmıştır bana. Oysa ben babaannem hakkında sayfalarca yazabilirdim. Erteledim de erteledim. Bu sene, temmuzun ilk günü kendisini son kez gördüğümde, geçirdim içimden, sanırım zamanı geldi babaannemi yazmamın, bir daha göremeyeceğim bu güçlü Karadeniz kadınını.

sene kaç bilemem, babaannem ve dört çocuğu

Sene sanırım 93 ya da 94 olmalı, babaannem ve dedem Ankara'ya, bizim evimize 250-300 metre mesafede bir dubleks eve taşındıklarında. Annem ve babam geç saatlere kadar çalıştıklarından okul çıkışları onlara giderdik. Her akşam, babaannem bana farklı, kardeşime farklı yemek yapmış olurdu. Ben makarna severdim, kardeşim pilav. Ben karalahana sarması yerdim, o arpa çorbası içerdi (hala tadını bilmem o çorbanın). Her akşam bana üşenmeden fasulye turşusu kavururdu. Un helvasını başka hiçbir yerde yemedim mesela. Sabahları kardeşime kuymak yapardı, ben reçelli ekmek yerdim. Durmadan yün çorap örerdi bana, örgü örmeyi ben ondan öğrendim. Evini sürekli dağıtırdık, eşyaları alt üst ederdik, sesini çıkarmazdı. Yalan Rüzgarı, Cesur ve Güzel gibi diziler olurdu, her akşam parkta oynayıp hava kararıp eve döndüğümüzde beraber izlerdik. Üst katta bir odasını kendi odam yapmıştım, duvarlarına Tarkan, Tayfun ve büyük aşkım Umur Bigay posterlerini asmıştım (Umur Bigay da nasıl bi vizyonsuzluktur yaa, adamı benden başka kuzenleri falan hatırlıyodur en fazla. Gugıldan aratırsanız, bunu mu demek istediniz diye başka isim öneriyo. O derece ünsüz.). Üst kattaki o oda, yazları bizim cennetimiz oluyodu çünkü şehir dışından kuzenlerimiz geliyodu. Onların Ankara'da kaldıkları o kısacık hafta bize dünyanın en güzel zaman dilimiydi. Gerçi geldikleri zaman o odada kaldıklarından, bi anda bütün duvarlar Bruce Lee posterleriyle falan dolardı, gıcıklanırdım ister istemez. Hayır yani, nasıl dağdan gelip benim canım aşkım Umur Bigay posterimi indirip kendi posterlerinizi asarsınız?

Parka bakan ev, çocukluğumun en güzel hatıralarından biridir. (Dedemin Süleyman sevgisini okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz. Seni hala sevmiyorum Dörtgöz Süleyman). Daha sonra yine bize yakın bir apartman dairesine taşındılar ama babaannemin bahçeye ektiği karalahanalardan geçerek eve girmek başka güzeldi. 

99 yılında babaannem ve dedem İzmit'e taşındılar. Bahçe katında bir apartman dairesiydi, babaannemin karalahanaları gözümüzün önündeydi. Bizim, bayramlarda ve yazın bir haftalığına kaldığımız odadan ıhlamur ağacının kokusu duyulurdu. Yine kuzenlerle buluşulur, bu sefer ergenlik sebebiyle oyun oynamak yerine aşk meşk peşinde koşulur, eve döndüğümüzde babam, amcamlarım ve eniştemin dönüşümlü olarak dedemle oynadığı briç izlenir, babaannemin herkese ayrı ayrı yapmaya devam ettiği yemekler yenirdi. İzmit günleri başka güzeldi. Dedem vefat edene kadar çok güzel bayramlar yaşadık o evde. 

Sonrasında babaannem İstanbul'a taşındı. Yine bahçe katı bir eve. Yine o İzmit'teki evin bir benzerine. Ama dedemin yokluğunda aynı tadı alamadık. Babannem yine hepimize ayrı ayrı yemekler yapmaya devam etti. Yine her geldiğimde bana ördüğü yün çoraplardan doldurdu. Evlenip Mersin'e yerleştiğimde bir şekilde bana fasulye turşusunu ulaştırdı. Ama ben bir türlü zaman ve imkan bulup da sıklıkla onu görmeye İstanbul'a gidemedim, beş senede beş kezi geçmemiştir ziyaretim. Son görüşümde ise babaannemi görmeyeli tam bir buçuk yıl olmuştu. Babaannem yine bana karalahana sarması yapmıştı, reçeller marmelatlar hazırlamıştı, yün çoraplarımı örmüştü ve beni kocaman bir çantayla yolcu etmişti.

On gün önce vefat ettiğinde 91 yaşındaydı, hala tek başına her işini görebiliyor, çeşit çeşit yemekleri yapabiliyordu. Soruyor insanlar yaşlı mıydı diye, bana göre çok aniydi ölümü. 

Ev ekonomisi ile ilgili her şeyde babaanneme çekmişim ben. Bir kilo tavuktan on kişilik yemek yapmak olsun, artan yünlerle çorap örmek olsun, az malzemeyle elli çeşit yemek yapabilmek olsun, bunlar hep gen aktarımı! Yine de keşke mısır ekmeği yapmayı ve karalahana sarmayı öğrenseymişim ondan. Ya da başka hiçbir yerde yemediğim un helvasının tarifini isteseymişim. İnsan nasıl olsa zamanım var, bi ara sorarım diyo ama o fırsat kaçıyo işte. 

Son görüşümde, birlikte fotoğraf çektik. Hiçbir resminde gülmemeyi başaran bir insandı kendisi. Benim o kadar şımarmama rağmen yüz ifadesi sabit gördüğünüz gibi. Çok neşeli olsa bile asla fotoğraflarda gülmezdi. 



Cenazesi için İstanbul'a gittiğimde evindeki rafta bu fotoğrafını fark ettim. Sanırım ilk defa bir fotoğrafta güldüğünü gördüm. Benim hep hatırladığım yüzü işte bu aşağıdaki haliydi babaannemin zaten. 




İnsan çok sevdiğinin ardından aslında yazmak istediği hiçbir şeyi kelimelere dökemiyormuş, şimdi bunu fark ediyorum. Bana çok zor olacak babaannemin gittiğini kabul etmek. Şu an inkar aşamasındayım zaten, bence hala o İstanbul'daki evinde dizilerini izliyor ve ben hayırsız ve tek kız torunu olarak aramıyorum onu.

Babaannemin de gidişiyle, hiç büyükanne/büyükbabam kalmadı hayatta olan. Torun şımarıklığını artık hiçbir zaman yaşayamayacağımı biliyorum ve bu çok canımı yakıyo. Üstelik en çok şımardığım babaannemdi. En çok onu özleyeceğim. Canım babaannem, keşke torunlarının çocukları olduğunu görebilseydin, keşke benim dörtte biri oflu çocuğum da senin kuymağından yiyebilseydi. Yine de bir gün çocuğum olursa, ona giydireceğim patikler ve yün çoraplar dolabımda. Seni çok seviyorum. İyi ki benim babaannemdin.